___İsTaNBuL___
  El Sanatları
 

CİLT

 

Bu günkü anlamda kitap oluşumu balmumunun yazı yazılacak 
malzeme olarak kullanılması ile başlar. Balmumu zaman içinde 
iki farklı şekilde kullanılmıştır. Birincisi, tablet gibi kullanılan 
ağaç levhalar üzerine dökülen balmumu levhalardır (M.Ö.1.yy). 
İkincisi ise ağaç çerçevelerin içerisine dökülen ve her iki yüzeyinin
 de kullanıldığı balmumu levhalardır.
 
Bu çerçeveler birbirine deri şerit ve iplerle bağlanmışlardır. 
İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkışı ile gelişmeye ve genişlemeye
 başlayan İslam medeniyeti, bu kültürün yayılabilmesi ve İslamiyet’in
 daha iyi öğrenilmesi gayesi ile, hem Kûr’an-ı Kerim’i hem de 
Kûr’an-ı Kerim’i açıklayan tefsirler yazılmıştır. Elbette ki bu yazılanların
 korunması büyük bir önem arz ediyordu.
 
İslam dönemine ait en eski yazma eser Mısır ve Tunus’ta 
bulunmuştur. Bu parşömen yazmalar Tolunoğlu dönemine ait olabilir
 (M.S. 868-905). Bu eserlerin kapaklarında da Kopt ciltlerine benzer 
süslemeler mevcuttur. Geometrik ve dairesel çizgilerin yanı sıra, yıldız
 motifleri, noktalar da kapaklar üzerindeki süslemelerdendir. 
Daha sonraki yıllar süslemede kullanılan desenlerin gelişimini sağlamıştır.
 
Geometrik desenlerin içerisine bitkisel kökenli motifler yerleştirilmiştir. 
Orta Asya’da Alfred von Lacog‘un Turfan şehri Karahoça’da yaptığı
 arkeolojik bir kazı çalışmasında bulduğu iki adet cilt kapağı ile 
ciltçilik tarihinde yeni tartışmalar başlamıştır. Yapılan incelemelerden 
sonra bu cilt parçalarının VII .yüzyıl Uygur Türkleri'ne ait olması
 gerektiğini belirtmiştir. Bulunan bu ciltler, Doğu Türkistan’da, Mani
 dinini kabul eden Uygur Türkleri'ne aittir. Doğu Asya, Çin üslubundaki 
tomarlar, alt üst tahta kapaklı ve üstten alta geçirilen sicimin 
tahtaların dışında düğümlenmesiyle elde edilen ciltler ve dikişli 
formaya geçirilmiş deri ciltlerdir.
 
Fatimiler ve Büyük Selçuklular'la birlikte cilt sanatı gelişmiş ve 
devam etmiştir. Anadolu Selçukluları, Memluklar, XV.yüzyıldan 
itibaren de İlhanlılar ve Karamanoğulları başta olmak üzere bu 
süreç Anadolu Beylikleriyle devam etmiştir. Ayrıca, buradan da 
Osmanlı cilt sanatına geçiş sağlanmıştır. XV. yüzyıl Memluk 
ciltçiliği ile Osmanlı Ciltçiliği arasında büyük benzerlikler vardır.
 Bu yüzyılda diğer bölgelerde Timurlular, Karakoyunlular ve 
Akkoyunlular tarafından üretilen güzel ciltler bulunmaktadır. 
Türk-İslam ciltleri dört parçadan oluşur.
 
Kitabın başlangıç yönü olan sağ taraftaki kapak, sağ kapak (üst kapak), 
kitabın solundaki yani bitiş yönündeki kapak sol kapaktır(alt kapak).
 Sol kapağa, sertap ve miklep eklenir. Türk kitapçılık sanatları,
 birçok sanatları içinde barındıran bir çalışmalar bütünüdür.

MİNYATÜR

 

Kitap ressamlığı olarak da adlandırılan minyatür sanatı klasik 
Batılı resim sanatından farklı bir gelişim gösteren; ışık, gölge 
oyunları ve derinlik boyutunu önemsemeyen bir resim tarzıdır.
 
Genellikle tarih ve edebiyat ile ilgili kitaplarda rastlanan minyatür sanatı
 için istanbul en önemli merkez olmuş ve bu sanat her 
zaman saray tarafından desteklenmiştir.
 
Minyatür sanatı XVIII. yüzyıldaki Batılaşrna akımına dek önemli bir sanat 
olarak devam etmiş; klasik Batı resminin yaygınlaşmasıyla orjinalliğini 
ve önemini yitirmiştir. Bugün minyatürler sanat değerlen kadar belge 
değeri de taşımakta, bir çok müzede seçkin örnekleri sergilemektedir.


HAT


Yazıya estetik bir form kazandırılması ile oluşan hat sanatında 
istanbul her zaman önemli bir merkez olmuştur. Hat sanatı kitap 
yazılarında, duvarlara yazılan levhalarda, kubbe içlerinde, minarelerde,
 mezar taşlarında, çiniler de kullanılmıştır.
 
Bu sanatla uğraşanlara "hattat" ismi verilmektedir. Padişahların 
imzası olan ve resmi belgelerde kullanılan tuğralar ise hat ile 
uğraşan ve "tuğrakeş" denilen sanatçılar tarafından hazırlanmıştır. 
Bugün Hat sanatının seçkin örneklerini müzelerde ve çok sayıda 
mimari yapıda görebilmek mümkündür.
ÇİNİ

 

TÜRK ÇiNi SANATININ KISA TARiHÇESi
İlk müslüman Türk Devletini kuran Karahanlılar dönemine ait 
yapılarda görülmeye başlayan çini süsleme geleneği, Türk Çini
 Sanatının bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir.
 Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları tarafından çini 
süslemeleri devam ettirilmiş, Selçuklular, egemenlikleri altına 
aldıkları yerlerde inşa ettikleri pek çok cami, medrese, kervansaray,
 saray, türbe ve benzeri eserleri çinilerle bezemişlerdir.
 
Anadolu Selçuklu Devletinin dağılmasından sonra, çini geleneğini 
sürdürme çabası, Anadolu’da kurulan Beyliklere düşmüş ve nihayet 
Osmanlı Devletinin kuruluşuyla yeni bir dönem başlamıştır. Beylikler devrine 
ait önemli eserler İstanbul‘da Çinili Köşk Müzesinde ve Berlin 
Devlet Müzesinde bulunmaktadır. “ilk Osmanlı Dönemi” olarak adlandırılan 
döneme ait çiniler, İznik Yeşil Cami minaresinde(1390), Bursa Yeşil Cami 
ve Türbesinde (1421), Bursa Muradiye Camiinde (1426), Edirne Muradiye 
Camiinde (1433), İstanbul Mahmut Paşa Türbesinde (1463), Çinili Köşk’te
 (1472), ve Edirne’de Şah Melek Paşa Camilerinde görülmektedir.
 Bunlar genellikle mozaik veya sırlı boya tekniği ile üretilmiş çinilerdir.
 Bu dönemlerde, lacivert, mavi, türkuvaz, siyah, sarı gibi renkler ve 
rumi, kufi yazı, geometrik şekiller ve bitkisel kökenli stilize edilmiş
 motifler kullanılmıştır. Takip eden dönem, bir geçiş dönemi olarak
 adlandırılabilir.
 
Fatih Devrinin Nakkaşbaşısı Baba Nakkas, kullanma seramiklerinin 
gelişiminde büyük rol oynamıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında
 sınırları genişleyen devletiin diğer bölgelerinden İstanbul’a getirilen 
sanatçılar da bu sanata önemli katkılar sağlamıştır. İstanbul’da 
Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesi (1522), Şehzadeler Türbesi 
(1525), Haseki Medresesi (1539), Şehzade Mehmet Türbesi (1543),
 Topkapı’da Kara Ahmet Paşa Camii (1551), gibi mimari eserlerde
 kullanılan çiniler bu dönemin eserleridir. Sırlı boya tekniği ile 
üretilmiş olan bu çinilerde; Rumiler, bulutlar, hatai tarzında 
bitkisel kökenli motifler, fıstık yeşili, sarı, mavi, türkuvaz, 
lacivert ve kiremidi renkler kullanılmıştır. Sarı renk, üzerine altın varak
 yapıştırılmak üzere astar olarak düşünülmüştür. Bu dönemde gerek
 kalite ve gerekse desen üretiminde değişme ve gelişmeler olmuştur.
 
Türkler, mozaik ve kuru kenarlar tekniklerini terk etmiş, sır 
altı boya ve sır tekniğini geliştirmiştir. Bunun yanı sıra saray 
nakışhanesinde yeni motifler geliştirilmeye ve üretilmeye başlanmıştır.
 Önce İran’lı bir ressam olan ve Sahkulu diye anılan Veli Can, 
Saray Başnakkaşlığına getirilmiş ve Saz Yolu desenler üretmeye 
başlamıştır. İri yapraklarla beraber zümrüdü anka kuşlarını, güvercin 
ve papağanları, geyik ve tavşanları, horozları vs. hayvani motifleri 
çinilerde kullanmaya başlamıştır. Onu takiben öğrencisi ve saray 
nakkaşbaşı olan Karamemi de, selvi ve bahar ağaçlarını, asmaları, lale,
 gül, sümbül, Manisa lalesi, susen çiçeği, kantaron çiçeği, zambak, 
zerrin çiçeği, karanfil çiçeği ve bunların goncalarını süslemede 
pek az miktarda sadeleştirerek kullanmaya başlamış ve yeniden
 kullanılmaya başlanan, kırmızı, yaprak yeşili, mavi, lacivert, türkuvaz 
ve ağaç gövdelerindeki kahverenkleriyle İznik çinilerinde bir bahar devri
 yaşanmıştır. “Klasik Devir” denilen bu dönem, Silivrikapı’daki İbrahim 
Paşa Camiinin (1551) yapımı ile başlar. Bu gelişmenin bir diğer önemli 
nedeni de Mimar Sinan dönemi olması ve onun yaptığı pek çok yapıda
 çiniye büyük bir önem vermesidir. Nitekim, o dönemin eserlerini
 sıralamak bu önemin derecesini de gösterir.
 
Süleymaniye (1560), Sultanahmet’de Sokullu Mehmet Paşa (1571),
 Kasımpaşa’da Piyale Paşa (1573), Eminönü‘de Rüstempaşa 
(1560) Camileri, Topkapı Sarayında Altınyol panoları, III.Murat Kasrı, 
II. Selim ve III. Murat Türbeleri , Tophane’de Kılıçali Paşa (1580), 
Üsküdar’da Toptaşında Eski Valide (1583), Fatih, Çarşamba ve 
Karagümrük dolaylarındaki Mehmet Ağa, Ramazan Efendi, Edirne
 Selimiye Camileri ve İstanbul’da Topkapı‘daki Takkeci İbrahim Ağa ve
 Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın türbeleri dönemin en seçme 
çinileriyle süslenmiş anıtsal yapılardır. İnşaat faaliyetlerinin azalması,
 zamanın enflasyonu olarak tarif edilen akçenin değerinin düşürülmesi,
 İznik’de çıkan bir yangının üretim alanlarında yaptığı tahribat gibi 
nedenlerle, çininin kalitesinde ve desenlerde bazı zayıflamalar
 olmuş, teknik kalite düşüklükleriyle beraber renklerdeki solmalar
 ve zaman içinde başta kırmızı renk olmak üzere bazı renklerin 
kaybolmalarına rağmen üretim devam etmiştir. Sultan Ahmet Camii (1616), 
Topkapı Sarayında Bağdat ve Revan Köşkleri, Üsküdar’da Çinili Cami, 
Eminönü’de Hatice Turhan Sultan Türbesi (1682), yine Eminönü’de 
Yeni Cami (1663) bu dönemde yapılmış ve çinilerle bezenmiş başlıca yapıtlardır.
 
İznik’de bir taraftan duvar çiniciliği devam ederken, diğer taraftan da 
kullanma seramiği (evani türü) üretimi devam etmiştir. O dönemde 
İznik’de üretilmiş kullanma seramikleri açısından Türkiye’deki 
müzeler çok yetersiz kalmaktadır. Pek çok batı ülkesinde, hatta 
Amerika müzelerinde çok zengin Türk evani koleksiyonları 
bulunmaktadır. İznik üretim merkezi faaliyetini 17.yy. sonlarına doğru
 tamamen durdurmuş ve çinicilik Kütahya’ya kaymıştır. 
Lale Devri diye anılan dönemde, İznik çini sanatı yeniden canlandırılmaya 
çalışılsa da çabalar uzun ömürlü olamamıştır. Bu dönemde üretilmiş 
duvar çinileri arasında Silivrikapı, Kocamustafapaşa ekseni üzerindeki, 
Hekimoğlu Ali Paşa, Üsküdar’da Kaptan Paşa, Kandilli’de I.Mahmut
 Camiileri, Balat’ta Ferruh Kethüda Camileri, Ayasofya’da III. Ahmet
 Çeşmesi ve Eyüp Sultan’da bir çeşme yer almaktadır. II.
 Abdülhamit zamanında Almanya’dan getirilen makineler,
 malzeme ve ustalarla Yıldız Sarayı’nda kurulan fabrikada, 
porselen üretimi yanısıra tamir ihtiyaçları sağlanmaya çalışılmış, İkinci
 Meşrutiyetin ilanı ve padişahın tahttan indirilmesi ve savaş felaketleri 
nedeniyle çini üretimi tamamen durmuştur. Bugün, arkasında 
bilgi ve belge bırakmadan tamamen yok olan İznik Çini Sanatı geleneksel
 yöntemlerle aslına uygun olarak Anikya Iznik Çini tarafından yeniden
 üretilmektedir. Anikya özel tasarımlarıyla, tarihte duvar çinisi ve evani
 olarak kullanılan İznik çinilerine yeni kullanım alanları yaratarak
 Türk Çini Sanatına üçüncü bir boyut kazandırmakta ve İznik 
Çinilerini çağdaş yaşama yeniden kazandırmaktadır.

EBRU

 

Kitre gibi kıvamlaştırıcı maddeler katılarak yoğunluğu 
arttırılan suya serpilen boyalarla bir desen elde edilmesi,
 suyun üstüne kapatılan kağıda geçirilmesi sanatı. Sözcüğün 
aslının "bulut gibi", "bulutumsu" anlamlarına gelen Farsça ebri'den ya
 da abru "su yüzü" sözcüğünden geldiği kabul edilir.
 
Ebrulu kağıttaki desenler gerçekten de yer yer bulutu andırır. 
Fransızlar bu desenlerin mermere benzeyen damarlarından ötürü ebru’ya
 papier marbre, İngilizler de marbled paper adını verirler. Araplar ise ebru yerine, 
damarlı kağıt anlamına gelen varakü'l-mücezza sözcüğünü kullanırlar.
 
Ebru sanatının önce nerede ortaya çıktığı kesin olarak
 belli olmamakla birlikte , ilk kez Çin'de,Türkistan'da ya da
 Hindistan'da yapıldığını ileri sürenler vardır. İran kaynakları ilk 
ebruyu Hindistan'daki İranlıların Mir Muhammed Tahir adlı bir İranlı 
sanatçının yaptığı ebrulu kağıtları Hindistan'dan İran'a gönderilmesiyle ülkede 
ebru sanatının yaygınlaştığını belirtmişlerdir.
 
Gene İran kaynaklarına göre ebru sanatı, İran'dan Anadoluya
 geçmiştir. XI. yüzyılın sonlarında Türkiye'ye gelen tüccarlar, diplomatlar
 ve seyyarlar bu sanatı Avrupa'ya taşımışlar ve adına "Türk Kağıdı"
 demişlerdir. İtalya, Almanya, Fransa ve İngiltere'de yaygın olarak
 kullanılmıştır. Osmanlı'da Ebru sanatı; İlk zamanlarda resmi
 devlet belgeleri ile çeşitli anlaşmaların yazıldığı, özellikle ince
 desenli kağıtların zemin olarak tercih edildiği bir kullanım alanı bulmuştur.
 
Böylelikle, belge üzerinde tahrifatın önlenmeye çalışılmasıdır ki, 
bu da tıpkı günümüzdeki bank-not ve çek defterlerindeki fon 
desenlerinin silinti girişimlerini belli etmesi mantığına uymaktadır.
 Daha sonra Ebru sanatı, İslam sanatları arasında önemli bir yer tutmuştur.
 Türkler, İslamiyete çok yüce bir iman ile bağlandılar. 
Her konuda olduğu gibi, sanatın da hemen tüm dallarında "İLAHİ" 
güzellikleri ifade etmeye çalışmışlardır. Mimaride, müzikte, 
süslemede hep mistik güzelliklerin arayışı içinde olduklarını 
görmekteyiz. O dönemde (XI.yy-XIXyy) birçok tekkeler 
usta-çırak yöntemi ile öğrenci yetiştiren "sanat atelyeleri" haline gelmiştir.

TEZHİP

Arapça tezhip; "altınlamak", "yaldızlama", "bezeme", yazma
 kitapların sayfalarına, hat levhalarına, murakkalara, hatta tuğraların 
üst taraflarına altın tozu ve boya ile yapılan her türlü bezeme. Sözcük 
yalnız altınla yapılanın dışında, toprak boyalarla yapılan bezemeler
 için de kullanılır.
 
Yalnız altınla yapılan tezhibe "halkari" denir. Tezhip yapan sanatçıya
 "müzehhib" tezhiplenmiş yapıta da "müzehheb" adı verilir. 
Padişahlara, vezirlere, devlet büyüklerine, tanınmış kişilere sunulan ya
 da özel kitaplar için hazırlanan her çeşit yazma kitap, özellikle şiir 
kitaplarını tezhiplemek eski bir uygulamadır. Ama tezhip en çok 
Kuran-ı Kerim'lerin ilk ve son sayfalarında, surelerin baş taraflarında
 kullanılmıştır. Bazen tezhiplenmiş başka kitaplarda satır aralarına,
 sayfa kenarlarıyla köşelerine, şiir kitaplarında mısra ya da beyit
 aralarına da tezhip yapılır.
 
Kuran-ı Kerim'de ayetleri ayırmak için nokta yerine geçen küçük yıldız 
ve çiçek biçimindeki örgeler de tezhiple yapılır. Bunların geometrik 
biçimli olanları mücevher nokta, altı köşelileri şeşhane nokta, 
beş yaprağı andıran beş köşelileri pençberg, üç köşelileri de seberg 
adıyla anılır. Kuran-ı Kerim okunurken durulacak ya da secde edilecek 
ayetleri belirtmek için, ayet hizalarına konan gül biçimli süs de tezhibin 
ana örgelerindendir. Bunun da vakıf, secde, hizib, aşir, sure ve 
cüz gülü gibi çeşitleri vardır. Tezhibin en önemli malzemesi boya ve altındır.
 
Eskiden pastel rengin çoğunlukta olduğu toprak boyalar kullanılırdı.
 Bugün genellikle hazır boyalardan yararlanılmaktadır. Altın boya
 ise, altın varak su içinde ezilerek ve jelatinle karıştırılarak hazırlanır.
 Uygulanacak desen tezhibin yapılacağı kağıdın üstüne silkme 
yoluyla aktarılır. Simetrik desenler, her kez dörtte biri olmak
 üzere dört defada kağıda geçirilip tezhip edilirSerbest desenlerin 
ise tümü bir defada işlenir. Boyama ve altınla bezeme işlemi 
bittikten sonra altınla yerler istenirse zer mühreyle parlatılır. 
Böyle tezhiplere pesend (beğenilmiş), desenin altının yanında 
boyayla da yapıldığı tezhiplere de boyalı halkar adı verilir. 
Altınlamanın bir çeşiti de zerefşan (altın serpme) adını taşır. 
Bu tür tezhipte altına batırılmış fırça elek teline sürtülerek altın
 zeminin üstüne püskürtülür.

TAŞ İŞLEMECİLİĞİ

 

istanbul'da taş işlemeciliği yapıların beden duvarı, cami, 
minare ve minberleri, kapı, sütun, çeşme, havuz ve mezar 
taşlarında sıklıkla kullanılmıştır. Taş işlemeciliği, estetik 
dışında mimarinin sağlamlık ve bütünlüğüne de katkıda 
bulunan bir unsurdur, işlemecilikte her cins kullanılmakla 
beraber mermer ve küfeki cinslerine daha çok ağırlık verilmiştir.

AHŞAP İŞLEME ve SEDEF

 

Esfei bir Türk sanatı olan ahşap oymacılığı sütun, kapı,
 pencere kapağı gibi mimari öğelerde ve Kur'an muhafazası,
 sandık, sehpa gibi eşyaların üretilmesinde farklı tekniklerde 
kullanılmıştır. XVII. yüzyıldan itibaren ahşap üzerinde bağa, fildişi,
 kemik, sedef aplike edilerek obje üretilmesi yaygınlaşmıştır. 
Sedef kakmacılığı özellikle saray mimari ve eşyasında sıklıkla
 kullanılmıştır.
 
Özellikle Topkapı Sarayı, Mihrimah Camii, Ayasojya Camii içinde 
yer alan Sultan III, Murad'm Türbesi, Beylerbeyi Camii ve 
Sultan Ahnıed Camn'nde sedef kakmacılığın eşsiz eserleri yer almıştır.

CAM İŞÇİLİĞİ

 

Cam ve cam eşyalarının tarihi, uygarlık tarihi kadar eskidir. 
Cam İslam mimarlığına "revzen" denilen alçı pencerelerle girmiş,
 kandil, bardak sürahi ve tabak gibi günlük eşyalarda geniş 
ölçüde kullanılmıştır. Cam işleri, XII. yüzyıl sonlarında 
"Memluk" ve "Eyyubi" dönemlerinde en parlak düzeye ulaşmıştır.
 
"Selçuklu" ve "Artuklu" dönemlerinde ise, “şemsiye” 
denilen bombeli camlar üretilmiştir. Selçuklulardaki cam işlerinin
 son derece gelişmiş olduğu-az sayıda da olsa-kalan 
örneklerden anlaşılmaktadır. Konya Beyşehir Gölü kıyısında I. 
Alaaddini Keykubat’ın yaptırdığı "Kubadabad Sarayı" kazılarında 
mavi, yeşil, kahverengi, mor, sarı renkli yuvarlak veya bombeli 
pencere camları, renkli kadehler, şişe ve tabaklar bulunmuştur. 
Bu örneklerden Selçukluların cam işlerini hem elde, hem de 
çarkta yaptıkları anlaşılmaktadır.
 
Oyma, kesme ve perdahlama teknikleriyle, camlara desen vermişlerdir.
 Osmanlılar döneminde ise, yeni usluplar geliştirilerek, 
cam işçiliği büyük ilerleme göstermiştir. İstanbul Bostancı 
Ocağı’nın bir kolu olarak Camcılar Ocağı kurulmuştur. 
Camcı esnafı Osmanlılar döneminde sağlam bir örgütlenmeye 
sahipti. "Camgeran" denilen camcı ve şişeci esnafının diğer 
loncalardaki gibi nazır, kethüda, nakib, çavuş, yiğitbaşı,
 duacı ve sahib-i karhane denilen atölyeleri olan ustaları vardı.
 Bunlar üretim kalitesini ve fiatları kontrol ederler, 
belli koşullara uymayan üretimler, nazır tarafından kırılarak 
işleyen ustalar cezalandırılırdı.
 
Cam takan, cam satan esnaf ise, doğrudan "mimarbaşıya" 
bağlı blunuyordu. Cam atölyeleri Eğrikapı’da "Tekfur Sarayı" 
çevresinde toplanmıştı. Bakırköy "Baruthane-i Amire” 
çevresinde ise, parlatma atölyeleri, camhane, güherçile kazan 
ve ocakları bulunuyordu. Kanuni Sutan Süleyman Han’ın 
"Rodos Seferi" sırasında, Osmanlılar camdan yapılmış 
humbaralar kullanmıştır. III. Murat Han’ın oğlu Şehsade 
Mehmet’in sünnet düğününü anlatan Surname-i 
Hümayun’daki minyatürlerde çeşitli sanat kollarını 
temsil eden loncaların Sultanahmet Meydanı’ndaki 
geçidinde camcı esnafına da yer verilmişti. 
Türk mimarlığında camın geniş uygulama alanı bulduğu 
revzenler, hem alçı, hem cam sanatı açısından büyük önem taşırlar.
 
Başta "Topkapı Sarayı" , "Süleymaniye" , "Mihrimah" ,
 "Rüstem Paşa" ve "Sultan Ahmet" gibi büyük 
camilerde. XVIII. yüzyılda "Mehmet Dede" adında 
bir Mevlevi dervişi, İtalya’ya giderek cam işçiliği üzerinde
 çalıştıktan sonra, İstanbul Beykoz’da kurduğu cam 
atölyesinde ürettiği “Beykoz İşi" diye adlandırılan ve
 ışığa tutulduğu zaman kırmızı rengi yansıtan billur kase, 
sahan, bardak, kupa, şişe, laledan ve gülabdanlar 
büyük ün salmıştır. 1848’de Sutan Abdülmecit Han’ın 
emriyle Paşabahçe’de büyük bir atölye kurulmuştur.
 
Çubuklu’da da “çeşm-i bülbül” denilen cam eşyalar üretilmiştir. 
Çeşm-i bülbüller bir şerit cam, bir şerit seramik esaslı
 maddenin düşük sıcaklıktaki fırınlarda uzun süre 
bırakılarak kaynaştırılmasından elde edilmiştir. Geniş şeritleri, 
Türk zevkine uygun biçimleri ve kendine özgü özellikleriyle 
Avrupa’da üretilen benzerlerinden ayrılırlar.

GRAVÜR SANATI

 

Gravür Sanatı Nedir ?
Tanım :
 
Fransızca "Gravure" sözcüğünden alınan gravür, kazıma resim
 sanatı demektir. Ağaç, metal ve muşamba gibi çeşitli materyal
 üzerine kazınarak ya da taş üzerine yağlı kalem ile işlenerek ve 
baskı ile elde edilen resim ya da yazıya "gravür" adı verilmektedir.
Gravür sanatı, çinko, bakır, madeni veya tahta ya da linolyum 
(=muşamba) gibi plakalara kazıma tekniğini içerir ve kazınan 
resimlerin kağıda basılması ve çoğaltılmasıyla elde edilir.
 
Tarihçe :
 
Grafik sanatların bir kolu olan ve Osmanlıca’da “ hakk “ 
(=kazıma-kabartma) sözcüğü ile ifade edilen resim 
tekniğinin, XV. yüzyılda, Hollanda'da başladığı sanılıyor. 
Daha sonra diğer coğrafyalara yayılan bu sanat, Almanya 
başta olmak üzere tüm Avrupa'da yapıla gelmiştir. İlk
 bilinen gravürler XV. yüzyılda Ren kıyılarında ağaç üzerine 
kazınarak yapılmış olan figürlerdir. XV. Yüzyılda Alman Albert
 Dürer, ağaç ve bakır üzerine yaptığı gravürlerle tanınır. 
İtalya'da Marca Antonio, maden üzerine çelik uçla kazıyarak
 yaptığı eserleriyle bilinir. Fransa'da gravür sanatının ilk temsilcisi 
Jean Duvet'tir. XVI. Yüzyılda Avrupa'da çok ünlü gravür sanatçıları 
yetişmiştir. Thomas Leu, Robert Monteuil, Andran'lar, Jean Pesne,
 Edelinck, Callot, Claude ve Brebiette bunlardandır. Ressam 
Rubens renkli gravürü ile tanınırken, Rembrandt, bakır üzerine yaptığı 
desenlerde büyük ifade gücüne ulaşmıştır.
 
XVIII. Yüzyılda gravür sanatı gelişmiş ve renkli ağaç baskılar 
dünya üzerinde görülmeye başlamıştır. Bu sanat Japonya'da da
 ileri gitmiş ve Avrupalı sanatçıları etkilemiştir. Türkiye'de II. 
Abdülhamit devrinde azınlıklar ve daha önceleri Avrupa ülkelerinin elçileri
 tarafından başlatılan gravür sanatı, saray çevresinde gelişmiştir.
 XVII. yüzyıl ve daha sonraları, özellikle İstanbul'u tasvir eden batılı
 elçi ve gezgin sanatçılar, çok sayıda renkli ve siyah-beyaz gravür 
çalışması yapmışlardır. Bu çalışmalar, Avrupa ve ABD kütüphanelerinde 
nadir eserler olarak korunmaktadır.
 
İstanbul, İzmir ve diğer büyük merkezleri gravürlerle tasvir 
eden belli başlı sanatçılar şunlardır:
 
Jean-Baptiste van Mour, Antoine Ignace Melling, Eugene 
Flandin, Thomas Allom, William Bartlett, Gaspare Fossati, 
Louis-François Cassas, Joseph Schranz, Germain-Fabius Brest, 
Amadeo Pireziosi ve CarI Gustaf Löwenhielm. İstanbul ve 
çevresinin tarihini, mimarisini, yaşayışını, hayatın pek çok 
detaylarıyla tasvir etmişlerdir.
İstanbul'da, azınlıklar, evlerindeki özel preslerle gravür baskıları
 yaparken, Türkler de bu sanata ilgi duymuş ve çeşitli baskılar
 gerçekleştirmişlerdir. Fakat, bunların yaptıkları baskılar
 konusunda belge mevcut değildir.
Bilinen ilk gravürler, Osman Hamdi Bey'in açtığı Güzel Sanatlar 
Akademisi’nde taş baskı yöntemiyle yapıldı. Yapılan bu 
gravürlerin en iyi örnekleri Ressam Hoca Ali Rıza'nın yaptığı 
çalışmalardır.
Cumhuriyet döneminde, 1937'de, Güzel Sanatlar Akademisi’nde
 açılan gravür atölyesinde, ilk Türk gravürcüleri yetiştirildi.
 Burada metal plakalar üzerine, iksilografi [Resim Basma] ve
 litografi [Yazı Basma] çalışmaları başlatıldı. Sabri Berkel 
özellikle gravür çalıştı. Daha sonra Bedri Rahmi Eyüboğlu,
 Eren Eyüboğlu, Nevzat Akoral, Cemal Tollu Turgut Zaim 
ressamlar da gravür çalıştılar. Bunlar arasında sayılmayan ve 
gravür sanatında isim yapan sanatçılar ise Muzaffer Aslıer, 
Aliye Berger, Muammer Bakır, Gündüz Gölönü ve Mustafa Plevneli'dir.
 
Teknik :
 
Gravür, esas olarak iki teknikle yapılır :
Tahta üzerine kabartma gravür ve metal üzerine oyma gravür.
1- Tahta Üzerine Kabartma Gravürler:
a- Lifli tahta üzerine kazıma gravür tekniği
b- Uç tahta gravür tekniği
c- Tümsek gravür tekniği
d- Japon gravür tekniği
1- Metal Üzerine Oyma vb. Gravürler:
a- Kazı gravür tekniği
b- Kalburlama gravür tekniği
c- Kuru uç gravür tekniği
d- Siyah usul veya mezzo tinto tekniği
e- “Ofort” tekniği
f- “Acqutinta” teknikleri
g- Kalem tarzı gravür veya ruletli gravür tekniği
h- Yumuşak vernik tekniği
i- Bakır üzerine silme tekniği
 
 
  Bugün 14 ziyaretçi (16 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol